İKİNCİ DOĞUM

0
1176

 

Söz verdiğim randevu saatine geç kalmamak için o sabah evimden vaktiyle çıkayım telaşı ile yola koyulmuştum. Genellikle dakik olduğum söylenir çünkü bekletilmekten hoşlanmadığımdan bekletmeyi de kesinlikle sevmem ve aynı şekilde haksızca bulurum. Büroya geldikten sonra da güzel bir dinlendirici müzik eşliğinde nefis bir kahveyle günlük gazeteyi karıştırmak sanki beni o güne yeniden ve bütünüyle uyandırır.

O sabahki ilk randevu bir anne ve oğluna ilişkindi. Onlar da tam zamanında gelmişlerdi. Her zaman olduğu gibi anne evladı için daha iyisini isterken, genç delikanlı ise neden burada olduğunu sorar gibiydi. Zaten okul, dershane, etüt ve nice nice sınavlardan bunalan genç anlamaya çalışıyordu:

“Bu kişisel gelişim merkezi de ne demek şimdi?” diye.

Onun gözlerinin içine bakarak dedim ki:

“Sen istemedikçe hiçbir paylaşımda bulunmayacağız, anlaştık mı? Ben sana ne not ne de karne verecek değilim, merak etme. Eğer istersen seni dinlerim ve beraber sohbet ederiz dilediğin bir gün, olur mu?”

Hangi yaşta ve hangi konuyla ilgili olsun, insanın kendisini mecbur hissettiği her şey aslında kendisine yük getirir ancak o zorunluluğu hissetmezse aynı eylem bir anda çok cazip ve keyif verici olabilir.

Konuşurken gözlerini kaçıran o delikanlı, benim konuşmamdan kısa bir süre sonra annesine bugün görüşmek için zamanının olduğunu fısıldadı. Sonra seans odasında sakince ve tane tane kendisini anlatmaya başladı. Geliş amaçları aşırı öfkelenmesi ve bundan doğan rahatsızlıklardı. Ama şunu da ekliyordu:

“Evet, hemen öfkeleniyorum ama acaba neden öfkeleniyorum? Bu da sorulmalı.”

Çoğu zaman çocukların, karşımda müthiş bir zeka ve anlayışla konuştuğuna şahitlik eder, şaşırırım. Tamamen haklıydı, delikanlı. Elbette onu öfkelendiren nedenleri bulup aşmasına yardım etmeliydi. Sordum, peki, sence neden?

“Üzerime çok geliniyor. Mükemmel çocuk olmam isteniyor. Oysa ben bazen istemeden geç kalıyorum bazen kötü not alıyorum bazen hayır diyorum ama ben aynı zamanda büyüyorum, bu görülmeli…”

Konuştukça çok ağır sıkıntılar yaşadığını da öğrendim. Annesi kendisinin doğumundan hemen sonra bitkisel hayata girmiş ve o günden beri memleketi olan İrlanda’da bir makineye bağlı halde yaşıyormuş ki; oğlu olarak kendisini aradaki aile sorunları nedeniyle de hiç gidip görememiş. Henüz onüç yaşlarındaki delikanlıya başından beri halası baktığından diğer kardeşiyle beraber kendisini anne olarak benimsemiş. Baba ise dört yıl kadar önce vefat etmiş ki; asıl bu kayıp kendisini çok yalnız ve çaresiz hissettirmiş. Babasının gidişini anlatırken çok mahzunlaşan sarışın genç, annesinden -herhalde hiç tanıma fırsatı ve paylaşımı bulunmadığından- herhangi birinden söz eder gibi hissizce bahsediyordu. Oysa fiziksel olarak tipik bir Türk erkeğine de hiç mi hiç benzemiyordu. Zaten iki ismi vardı; biri Türk bir diğeri ise yabancı ismi. Konuşurken sürekli bacaklarını titretiyor, olduğu yerde sallanıyordu. Sanki nereye ait olduğunu bilmeye çalışan bir beden, isim ve ruh duruyordu tam karşımda.

Onu dinlerken adeta oturduğum koltuğa çivilendim. Oysa sadece tek bir soru sormuştum ama gelen cevapları dinlemek bana öyle ağır geldi ki… Neredeyse gözlerimde tuttuğum yaşları bırakacaktım. Sonra içimden bir ses dedi:

“Hop! Acırsan asla yardım edemezsin! Tüm yaşadıkları kendisini güçlendirecekti ki; onun yaşam oyunu böyle tecelli etti…!”

Hemen toparlandım. İlk defa delikanlının konuştuğunda gördüğü gözlerde acıma tablosu yerine gücü ve güveni görmesini istedim ve bunun için de elimden geldiğince seans boyunca çabaladım. İçsel konuşmamı aynıyla tekrarladım:

“Demek, tüm yaşadıkların seni güçlendirecekti ki; senin yaşam oyunun böyle gerçekleşti.”

Anlar gibi baktı yüzüme. Sonra ona daha net anlayabileceği başka bir gerçek yaşam kesitinden bir bölümü anlatmak gereği duydum. Hz. Resul’ün (A.S.V), daha doğumundan önce vefat ettiğinden hiç tanıyamadığı babası ve acısına karşın ardından çocuk yaşta kaybettiği annesinden sonra yaşadıkları ve her şeye rağmen dimdik ayakta neleri nasıl başardığına ilişkin kısa bir özet yaptım.

Aslında bugüne dek birçok insan biriktirmiş olarak insana dair tüm sorunlara baktığımda hastalıktan, başarısızlıktan, fakirlikten, yalnızlığa kadar hepsinin temelinde bizim Yüce Yaradan ile olan eksik algımızla ve mesafemizle ilgili olduğunu söyleyebilirim. O’nu hep kusurlarımız nedeniyle bizi dünya ve ahiret hayatında cezalandırmayı bekleyen diye tanıyoruz. Bu yüzden korkuyoruz, hayattan ve insanlardan. Bu yüzden güvensiziz, kendimize ve yarınlara. Bu yüzden yalnız hissediyoruz, birilerine aşırı sevgi ve değer verişimiz de sırf bu yüzden. Çoğu zaman bu yalnızlığımızı anne ve babamız olmazsa olmaz diyerek doldurmak durumunda kalıyoruz bazen de sevgilim olmazsa olmaz diyerek. Ne oluyor peki sonunda? “Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür.” hesabı fazlasıyla dayandığımız o insan bir nedenle çekip gidiyor ve biz o günden itibaren sevgiye en layık olanın gerçekte kim olduğunu oturup yeniden kendimize sormak durumunda kalıyoruz. Bize sonsuz bir yaşam ve içindekileri armağan edeni, bize sevgisinden ve kendisinden vereni, bize affına dair sayısız müjdeler vereni düşünmeye başlıyoruz, geç kalmışlık hissiyle biraz ezik ve buruk, sevgileri doğru yerine koymayı deniyoruz bu sayede. Bazılarımızsa tam bu anda O’nu ve tertemiz sunduğu kaderi suçlamayı seçip şikâyet etmeyi kendisine daha uygun ve kolay buluyor. Ama sonuçta yarım kalmış sevdaların en büyüğünü bırakıyor geride, sevilmeye en layık olanın sevgisini bırakırken bir yerlere.

Bazı danışanlarımda anne veya babası olmadan karar ve onay alamayan bazıları ise sevgilisiyle bir nedenden ayrıldığında yaşamı bırakan, hayallerini katlayıp çekmecelere kaldıran davranışlarda bulunduğunu gördüm. Oysa sadece bir kerelik söz konusu kişinin neden karşısına bir süreliğine çıkmış olabileceği sorulmuş olsa, enteresan cevap ve çözümler ardından gelebilir. Örneğin; bir türlü desteklemeyen ve övgüde bulunmayan o anne veya baba aslında kişiye artık destek ve onay beklemeyi bırakması gerektiğini, giden sevgili aslında tam olarak ne istediğine dair yaşam sahnesinde karşısına çıkmış bir prototip olarak bir öğretmenlik yapmış olabilir. Böyle baktığımızda da aslında yaşam oyunumuzda yaşadığımız her karenin hikmetlerle örülü olduğunu görebilir ve tüm bunları fark edip büyüyelim, bize ait olmayan korku ve güvensizliklerden kurtulalım diye en büyük öğretmen tarafından özenle tasarlanmış olduğunu anlayabiliriz. Rab, kelimesinin karşılığı da zaten budur; “öğreten.” Artık almış olduğumuz eksik dini eğitimimize karşın dinimizi bir an önce ve merakla araştırmak, daha iyi anlamaya çalışarak Yüce Yaradan’ın sevgi ve merhametiyle biz kullarının nasıl yanında olduğunu, bazen yanlış ve eksik de yapmış olsak yine arkamızda destekleyen kudret elleriyle yanımızda, yakınımızda olduğunu, bize kendisinden sunduğu tüm güzellikleri; akıl, yetenekler, kararlılık, güç, irade, sevgi, neşe… vb. ile “eşrefi mahlûkat” olmaklığımızı, halife olmaklığımızı ve söz verip armağan ettiği sonsuz bir yaşamı artık hatırlamakla yükümlüyüz. Bu gerçeklerin farkında olan için endişe olur mu? Güvensizlik olur mu? Yalnızlık, kararsızlık, onay ihtiyacı olur mu? Ölüm korkusu olur mu?

“Allah’a dayan, vekil olarak Allah sana yeter.”

Ayet

Hz. Mevlana gibi büyükler ölümü “Sevgiliyle kavuşma, bir buluşma gecesi” diye niteler ve gözyaşlarıyla, ağıtlarla değil neşeyle, defle uğurlanmak istediklerini vasiyet eder. Çünkü ölüm onlara göre aynı zamanda ruhun dirilişidir, gerçek bir uyanıştır. O bir yok oluş değil sadece bir âlemden diğerine gitmek demektir. Bu nedenle yakınımız da olsa gidenin artık gitmiş olduğunu kabul etmek gereklidir. Ancak bazılarımız yakınının gidişini kabul etmemekte direnç gösterip kendi yaşamını askıya alıp hayallerinden vazgeçerek her şeyi inatla yarım bırakmayı seçer. Peki, bu aslında en çok kimi üzer ve incitir? Elbette en sevgiliyi; Yüce Yaradan’ı…

Sarışın delikanlı için en öncelikli gereken babasının gidişini kabul edebilmekti. Bu gerçeği tam olarak görebilmekse onun için elbette hiç kolay değildi. Ama bu kabul kendisinin her geçen gün daha çok büyümesini sağlatacaktı. Ayrıca annesi ağır hasta da olsa onun varlığını idrak ederek hem Türk hem İrlandalı olduğu gerçeğini kalbinde eşit yere koymak durumundaydı. Öğrendiğim değerli bir söz vardı:

“Yaşadığımız tüm sorunlar bizim onları görmezden gelmemiz ve var oluşa, yaşama kafa tutmamız nedeniyledir.”

Neden? Çünkü yaşam kendi seyrinde akıl almaz bir hikmetle akıp durmaktadır. Ne zaman yaşamı yönlendirmeyi ve onunla mücadeleyi bırakıp ona teslim olursak o da bizden yana olacaktır.

Aslında boş ve tekdüze geçtiğini sandığımız her gün bizi daha kâmil bir insan kılabilmek için tesadüf olmayan olaylar, kişilerle ve sorduğumuz soruların, ettiğimiz duaların sayısız cevaplarıyla doludur. Ancak bazılarımız hayatın satırları arasında bu pasajları fark edip tefekkür edebilir. Tefekkür etmek ki; bin yıllık nafile ibadetten daha makbul sayılmışsa da nedense bizim zaman bulamadığımız lükslerimizdendir. Dua etmekse sanki zihnimizde bir şeyleri Yaradan’ın oldurmasını beklemek ve sadece dilemek anlamında kullanılmaktadır. Acaba durup yaşamını tefekkür etmek sahiden bir lüks müdür ve dua sadece istemek midir? Belki dua büyük hayaller kurabilmek, olabileceğine güçlü bir şekilde inanarak tüm bu hayallerinin gerektirdiği değişime hazır biri olabilmek için cesur bir yürekle niyet edip söz verebilmektir. Cesur yürek kime denir, peki?

Cesur yürek belki, kararlılıkla denemekten vazgeçmeyendir.

Cesur yürek, geçmişine değil geleceğine bakabilen kişidir.

Cesur yürek, yanlışlarından ötürü ezilip durmak yerine onlardan önemli mesajlar çıkarıp kazanıma dönüştürebilendir. Bu nedenle de inançlarımız bizi yanlışlarımızla yargılamaktansa “tevbe” ederek onları fark etmeye yöneltir. Tevbe, kelime olarak da zaten geri dönmek anlamındadır. Öyleyse dönüş nereyedir? Kendi gerçeğine, özüne, fıtratının gereğinedir ki; orada hiçbir endişe, korku, vesvese… vs yoktur. Orada akıl, cesaret, azim, kararlılık, güç ve irade mevcuttur. Oysa bazılarımız tevbe kelimesini sıkça zikrettiği halde yaşamında kendisi veya etrafına fayda için en küçük bir gelişmeden eser görülmez. Bazılarımızsa yana yakıla dua eder ancak ettiği dualarının gereği olan duruşu sergileyemez ve çevresine de kendisine de dualarının kabul olunmadığından yakındığını itiraf eder.

Sarışın delikanlı günler süren konuşmalarımızın sonunda ruhundaki temel taşları yerine oturttukça nedense çevresini dahi şaşırtan bir sakinlik arz eder hale gelmişti. Tabii annesi yerine koyduğu halasıyla da aşırı endişelerinin nedenleri üzerine bizzat çalışmalar yapmak gerekti. Ayrıca sorumluluk almaktan kaçan o genç artık hayallerinden ve geleceğe dair planlarından bahseder olmuştu ki; bu durumda veda vakti de gelmişti. Çünkü danışmanlık yapmaya çalıştığım bu genç için yeni bir ebeveyn yerine geçmek düpedüz bir haksızlık olabilirdi. Ne zaman başlayacağını bilmek kadar ne zaman görüşmeyi bitireceğini de bilmek lazımdı. Buna üzüldüğünü fark ettiğim halde dedim:

“ Sohbetimiz bana göre yeterli, sana yaşam oyununda başarılar diliyorum ve seni yaşama teslim ediyorum.”

Görülüyordu ki; her birimiz doğmuş olduğumuz anne ve babamızdan yeniden yani ikinci kez doğmadıkça kendi gerçeğimize de doğmamız mümkün olmamaktadır. Bu ikinci doğumu gerçekleştiremeyenlerinse ruhsal büyümelerini sürdüremedikleri söylenebilir zira henüz doğamamış bir varlık nasıl büyüyebilir, henüz ekilmemiş bir fidan nasıl ağaç olup meyve verebilir? Bu yüzden bazılarımızın kabrinde görünmeyen harflerle şöyle yazılıdır:

“Öldü, henüz doğmamışken.”

OL

Ey bizi bizden çok düşünen Yar,

Bizim yerimize bizim adımıza Sen planla

Bizim yerimize bizim adımıza Sen düzenle

Bugünümüzü, yarınımızı, tüm hayatımızı…

 

Her doğan gün nasıl yeniliyorsa kendini

Her gün öyle yenile ruhsal benliğimizi.

Kâh eksilelim kâh çoğalalım

Ki büyüyerek ilerleyelim.

 

Ey bizi bizden çok düşünen Yar,

Yol haritamız

Yol arkadaşımız

Yaddaşımız ol…

 

Yolların sonlandığı yerde

Bekleyenimiz

Müjdeleyenimiz

Kucaklayanımız ol…

 

Ol ki olalım

Kulun, kalbin

Taleben, talibin

Sakındığın, sevgilin.

 

Unuttuklarımız

Unutmak istediklerimiz

Unutamayıp nafile taşıdıklarımız

Hepsi Sana emanet…

 

Sırdaşımız ol

Derttaşımız ol

Gözleyenimiz

Gözetenimiz ol.

 

Oldur bizi

Aşığın, ışığın,

Uşağın, yamağın

Ve de her şeyin…

 

 

ASLI HATİCE ARUSAN
Psiko-zihin Uzmanı

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız